16 Mart 2015 Pazartesi

B Planı: Küçük Düşün!

kartal3
Son haftalarda sıkıntılı bir görüntü çizen Beşiktaş’ta Slaven Bilic’in artık plan değişikliğine gitme vakti gelmişti ve Kayseri Erciyesspor maçında ortaya bir B Planı koydu

20’nci yüzyılın en iyi reklam kampanyası, Türkiye’de “vosvos” ya da “tosbağ” adıyla bilinen Volkswagen Beetle arabaları için 1959 yılında hazırlanan “Think Small” (Küçük Düşün) sloganlı kampanyadır. Hitler’le özdeşleşmiş bir arabayı İkinci Dünya Savaşı’ndan yalnızca 15 yıl sonra Amerikanlara dahi satmayı başaran bu kampanyayı özel kılan şeyse, dönemin son derece konforlu ve pahalı Amerikan yapımı otomobillerine kıyasla bu küçük, çok fazla hızlı gitmeyen, gösterişsiz ama işlevsel ve basit olan Alman yapımı otomobili tıpkı kendisi gibi basit bir ilanla tüketiciyi satın almaya ikna etmeye çalışmasıydı. Ve gerçekten de bu kampanya, hayal pompalamak yerine gerçeklerden bahsettiği ve tüketiciyle dürüst bir ilişki kurduğu için bu küçük, çok fazla hızlı gitmeyen, gösterişsiz otomobili, otomobil sahibi olmanın çok büyük lüks ve zenginlik belirtisi olarak sayıldığı bir dönemde Amerikalılara satmayı başardı.
kartal2
Sezonu temmuz ayında açan, en önemlisi de stadı olmadığı için hemen hemen her maçı başka bir statta oynamak zorunda kalan ve bu yüzden de her 56 saatte bir uçan Beşiktaş’ta oyuncuların son haftalardaki yorgun, artık gitmeyen hâlleri de takımda bir değişime ihtiyaç olduğunu gösteriyordu. Bilic’in, varlığından pek emin olamadığımız B planına artık geçmesi gerekiyordu.
Bilic’in takımı çok pahalı ya da gösterişli olmayan ama çok nadir görülebilen güzellikte bir basitliğe sahip sevimli bir takım. Tıpkı vosvos arabalar gibi. O halde Bilic’in geçmesi gereken B planının başlığı da belliydi: Küçük düşün!
Bu kampanyaya ait ilanlardan iki örnek başlık verelim: “Deneme sürüşü için doğru günü seçerseniz, yol sırf sizin olur.” Ya da “Otomobili daha hızlı yaptık, motoru daha yavaş çalışır.” Bilic’in B planının da kuşkusuz bir deneme sürüşüne ve bunun için de doğru bir güne ihtiyacı vardı. O gün, dündü. Uzun zamandır yavaşlayan otomobili, yeniden hızlandırma zamanıydı.
Beşiktaş, son zamanlarda rakip ceza sahasına ikiden fazla oyuncu sokmakta inanılmaz zorlandığı için, gol atabilmek için o kadar uğraşıyor, kendisini o kadar paralıyordu ki bu durum zaten yorgun olan motoru daha fazla yoruyordu ve maçların 60’ıncı dakikasından itibaren de vosvos istop ediyordu. Demba Ba ve Olcay’ın başını çektiği kilit oyuncularının uzun süredir kötü görünmelerinin başlıca nedeni de buydu. Sezon başında işleyen oyun artık işlemiyordu ve üstüne “yeni oyunlar” kurmak gerekiyordu.
Slaven Bilic ise dün tam da gerektiği gibi “küçük düşündü”. “Takımım yorgun, üç gün sonra da Brugge’le rövanş maçına, hemen ardından da Kadıköy’de derbi maçına çıkacağız. Fazla yıpranmadan, gole kolay ulaşmalıyız” dedi. Ve Demba Ba’nın yanına, ceza sahasında bulunacak, santrfor özellikli bir oyuncu daha yerleştirdi: Mustafa Pektemek.
Beşiktaş sezon başında da bu ikiliyle başlamış ve çok da iyi başlamıştı. De Kuip’te 2-1 mağlup edilen Feyenoord, Olimpiyat Stadı’nda karşısında Demba Ba-Mustafa Pektemek’li bir Beşiktaş bulmuş ve Demba Ba’nın taraftarın önündeki ilk maçında hat-trick yapmasıyla da “bir Türk takımını eleyemeyen ilk Hollanda takımı” unvanıyla ülkesine geri dönmüştü.
O maçtan sonra Beşiktaş çok az 4-4-2 dizilişiyle sahaya çıktı (kazanılan Balıkesirspor maçının ikinci yarısı ve Başakşehir maçı gibi). Tabii ki bunda takımın diğer santrforları Cenk Tosun ve Mustafa Pektemek’in uzun süreli sakatlıklarının da payı vardı ama bu oyuncular sağlamken de Bilic 4-2-3-1’den çok az vazgeçmişti.
Dün ise hem Mustafa, hem de Cenk’in dönüşleri; üstüne Atiba ve Sosa’nın sakatlıkları ile Oğuzhan’ın beklenen verimliliğinden uzak olması ve haftalardır, “Elleme, baba yorgun!” modunda sahada gezinen Ba’nın yükünün hafifletilmesinin gerekmesi, Bilic’i “küçük düşünüp” yeniden 4-4-2’ye geçmeye itti. Harika da oldu.
kartal1
Pektemek dün Beşiktaş’ın kilit adamıydı. Top Beşiktaş’tayken Ba’yı rahatlattı; top rakipteyken de hem orta sahaya destek oldu, hem de hücumdaki pres gücü sayesinde de savunma hattının iş gücünü azalttı. Öyle ki, Beşiktaş dün ilk yarıda rakibine yalnızca bir şut (o da isabetsiz) atma imkânı tanıdı. Bu, ligde şu ana kadar bir rakibine en az şut attırdığı 45 dakikaydı. Alışılmış kadronun dışına çıkılıp, orta sahadan bir oyuncunun yerine bir santrforun girdiği maçta bu başarıldıysa, bunda Pektemek’in çalışkanlığının payı çok büyük.
25’te perdeyi açan gol öncesinde de presiyle topu takımına kazandıran isim yine oydu. Bu kadar övgü yeter, biraz da golün sahibi Gökhan Töre’den konuşalım. Elvir Bolic’in Old Trafford’da attığı golün bir benzerini atan Gökhan’ın rakibine çarparak kaleye giren vuruşu elbette bir şans golü olarak görülebilir. Ne var ki Beşiktaş’a geldiğinde profesyonel kariyerinde golü bulunmayan Gökhan’ın dün itibarıyla Beşiktaş’taki 13’üncü golünü atması kesinlikle tesadüf değil çünkü Gökhan artık sahada yeteneklerinin tamamen farkında olarak hareket ediyor, karşı kaleyi düşünüyor ve yavaş yavaş Beşiktaş’ın en önemli skor gücü hâlini alıyor. Gökhan büyüyor ve Avrupa’nın dev kulüplerinin gözlediği yolunda hızlı adamlarla yürüyor (Gökhan’ın yolu aşağıda ektedir).
kartal4
35’teyse Olcay, ilk yarıdaki Trabzonspor maçında Papadopoulos’a yaptığı hücum presinin aynısını bu sefer yine Trabzonspor altyapısından yetişen Caner Osmanpaşa’ya yaptı, kaptığı topun ardından da Caner’den penaltıyı alarak kötü formundan çıktığını ve Bilic’in ondan neden vazgeçemediğini gösterdi. Ardındansa bir klasik yaşandı: Ba’nın Beşiktaş formasıyla attığı yedinci penaltıda da kaleciler doğru köşeyi bilemedi.
Ama Mustafa’nın varlığıyla özgürleşen Ba, bu sefer penaltı dışında da kalitesini konuşturacaktı. Bir hafta önce 70 metreden ceza sahasına harika bir top yollayan Necip’in pasını Atiba kontrol etmek isterken yanlışlıkla gol yapmış ve bunu da maç sonunda tüm içtenliğiyle itiraf etmişti. Dün ise Necip sağ kanattan yine ceza sahasına doğru aynı harikalıkta bir uzun pas daha yolladı. Topu aynı harikalıkta kontrol eden Ba’nın Olcay’a asistiyse bu sefer yanlışlıkla değil, tamamen bilinçliydi ve buram buram Premier Lig santrforu kokuyordu.
Golden sonra su içmek için kenara gelen Necip’ten kendisini öpmesini isteyen Bilic ile Necip arasında geçen sıcak (!) dakikalarsa Beşiktaş’ın bu sezonki en güzel ilk yarısına yakışır bir kapanıştı.
İkinci yarının açılışı da aynı güzellikte oldu. Sahip olduğu yetenekleriyle çok daha farklı yerlerde olması gereken Royston Drenthe öyle bir frikik golü attı ki, Beşiktaşlılara bile “İyi yedik ha! Güzel yedik! Yalnız bayağı yedik ha! Ama iyi yedik! Fakat ne yedik be! Kâbul edelim, güzel yedik!” dedirtti. Tabii bu gol öncesi faulü yapan Ersan Gülüm’ün, takımına böyle daha birçok harika gol yedirmek istemiyorsa ikili mücadelelere daha dengeli girmesi şart. Brugge maçında da rakibin en büyük tehlikeleri olan duran toplarda hep onun imzası vardı.
Drenthe’nin bu golünden sonra Beşiktaş bir süre oyun üstünlüğünü rakibine verse de bu çok uzun sürmedi. Bunda Tolgay’ın da payı çok büyüktü. Son zamanlarda Sosa’nın 10 numaradaki muadili olarak görülen Tolgay, dün geriye gelip top alışlarıyla, başta Edinho’yla olmak üzere omuz atıp kazandığı ikili mücadelelerle ve bu top çalışların hemen ardından dikine pasları ya da driplingleriyle 10 numara değil, üst düzey bir çift yönlü orta saha oyuncusu olduğunu herkese göstermiş olmalı.
kartal5
77’deyse, o dakikaya kadar ceza sahasında topla buluştuğunda sakin kalmak dışında çok yararlı bir oyun oynayan Mustafa Pektemek, topu artık zorla, döve döve rakip kalenin içine sokmayı başardı ve bu gole en az kendisi kadar bütün takım arkadaşları çok sevindi. Başta Ba olmak üzere… Aslında Mustafa’dan önce golü o da yapabilirdi ama yapmadı, Mustafa’nın ihtiyacı olduğu için onun atmasını istedi ve maç boyunca kendisini çok rahatlatan ekürisiyle çılgınlar gibi golü kutladı. Senegalli, gerçekten çok özel bir adam.
dakika sonra gelen Ramon Motta’nın golüyse Beşiktaş’ın Bilic yönetiminde bir maçta attığı ilk “beşinci gol”dü. Bu golden çok daha önemli olan; Fenerbahçe maçı öncesi kart sınırındaki Ba, Gökhan ve Veli’nin kart görmeden maçı tamamlayabilmeleriydi.
Beşiktaş, hem kendi maçından önce Galatasaray’ın, hem de kendi maçından sonra Fenerbahçe’nin puan kayıplarıyla birlikte çok önemli bir 3 puanı ve yeniden puan farkıyla liderliği kazandı. Her şeyden önemlisi ligde ve Avrupa’da bundan sonra işine çok yarayacak olan ciddi bir özgüven kazandı. Şimdi bu özgüveni hafta içi Brugge önünde 70 bin taraftarının karşısında ve hemen ardından yıllar sonra ilk defa lider gidecekleri Kadıköy deplasmanında pekiştirmek isteyecekler.
Yazının başında bahsettiğimiz “Küçük Düşün” kampanyasını yöneten ünlü reklamcı William Bernbach şöyle der: “Kamuoyunu ölçmekle o kadar meşgulüz ki, onu şekillendirebileceğimizi unutuyoruz. İstatistikleri dinlemekle o kadar meşgulüz ki, onları yaratabileceğimizi unutuyoruz.” Slaven Bilic ve takımı, dün itibarıyla kendilerine aşırı efor sarfettiren tüm gereksiz meşguliyetlerinden kurtuldu. Onlar için artık kamuoyunu şekillendirme ve istatistikleri yaratma zamanı…
(FourFourTwo)

13 Mart 2015 Cuma

Preud'homme istedi, Bilic izledi!

brugge
Avrupa’da yoluna devam eden tek temsilcimiz Beşiktaş, Club Brugge deplasmanından 2-1’lik mağlubiyetle döndü. Tabii rövanşta bu maçtaki hatalardan ders çıkarılmazsa atılan tek golün de hiçbir önemi kalmayacak…

Bilic’in Atiba ve Sosa’nın yokluğunda nasıl bir 11’le karşılaşmaya başlayacağı büyük merak konusuydu. Maçtan bir gün önce orta sahanın merkezinde Necip-Veli ikilisiyle Atiba’nın boşluğu doldurulacağı haberleri gelse de, maç günü Necip’in son haftalarda başarılı olduğu stoper pozisyonundan çekilmeyeceği, Atiba-Sosa’nın yerini ise Tolgay-Oğuzhan ikilisinin alacağı haberini aldık.
Kadrodaki en büyük sürpriz ise Pedro Franco’nun kesik yemesiydi. Bilic, orta sahada geriden top almaya gelecek iki servisçi olduğu için pas yapan stoperdense iki kesici stoper koymayı daha öncelikli bulmuş olmalıydı. Tabii rakip Brugge’ün, Avrupa Ligi’nin maç başına en fazla uzun top oynayan takımı olması da Franco’nun hava toplarındaki etkisizliği düşünüldüğünde bu kararın alınmasındaki önemli bir diğer faktör olarak görülebilirdi.
Kadroda dikkat çeken bir başka şey de Beşiktaş’ın maça 9 yerli oyuncuyla başlamış olmasıydı. Çoğu altyapılarını Almanya, Hollanda, İngiltere, Avusturya, İsviçre’de almış bu oyuncuların hem birbirine benzer kültürlerde yetişmiş olmaları, hem de aynı jenerasyondan olmaları Beşiktaş’ın geleceği açısından çok önemli detaylar diyelim ve tekrar maça dönelim.
Beşiktaş’ın Veli-Oğuzhan-Tolgay merkez orta sahasıyla tek bir planı olabilirdi, o da rakibi önde karşılayıp Oğuzhan-Tolgay’la oyunu ele almak. Zira öbür türlü rakip beklenirse ne Oğuzhan-Tolgay ikilisi Atiba’nın boşluğunu doldurabilirdi, ne de Veli o bölgeyi tek başına savunabilecek pozisyon bilgisine ya da oyun aklına sahipti. Neyse ki ilk yarı boyunca Beşiktaş, Atiba’yı hiç aramadı. Tolgay, Veli’ye biraz daha yakın oynayıp Atiba’nın, Oğuzhan da biraz daha önde olup Sosa’nın yerine geçtiyse de bu üçlü genelde birbirine yakın oynadı.
Tabii bunda Michel Preud’homme’un tamamen Beşiktaş’a durdurmaya yönelik bir 0-0 kadrosu çıkarmış olması ve Brugge’ün savunmada derinde bekleyip, tek hücum planı olarak De Sutter’e top şişiren oyun anlayışının da payı vardı. Bu açıdan Sivasspor maçının ilk yarısının bir kopyasının yaşandığını söyleyebiliriz. Sivas da oyundan çıkana kadar Batuhan’a top şişirip, Beşiktaş’ın orta alan baskısına hiç girmeden hücum etmeyi denemişti.
Beşiktaş bu şekilde Tolgay ve Oğuzhan’ın önderliğinde çok rahat top çevirdi ama Ba ile aralarındaki mesafe yine çok aralıklı olunca, son haftalardaki kötü manzara yine gerçekleşti: Ba sık sık top almaya geriye geldi ve zaten rakip ceza sahasına Ba ve zaman zaman Olcay dışında oyuncu sokmakta zorlanan Beşiktaş, Senegalli’yi de etkili olabileceği yerde topla buluşturamadı.
brugee455
Hazır lafı açılmışken, Ba’nın formsuz olması anormal bir durum değil. Hem Cenk Tosun, hem Mustafa Pektemek’in uzun sakatlıkları yüzünden iki aydır bütün yük onun üstüne binmiş durumda. Beşiktaş’a gelene kadar da sezon başı maç ortalaması çok yüksek değildi. Bilhassa Chelsea’de oyuna sonradan girip etki eden oyuncu rolündeydi.
Beşiktaş’a ise hep o oynuyor ve her maçı onun getirmesi bekleniyor. Bu hiç kolay bir şey değil. Üstüne zaten yorgun olan fiziğiyle bir de orta sahaya top almaya gelince, esas olması gereken yerde nadiren topla buluşabildiğinde de ondan alıştığımız kalitede bitirici vuruşları gösteremiyor. O yüzden Bilic’in ya Ba’yı biraz dinlendirmesi, ya da oyun anlayışında onun yükünü hafifletecek değişikliklere gitmesi gerek.
Tekrar maça dönersek… Brugge ilk yarıda sadece bir duran toptan gol bulabilirdi. Beşiktaş da bu konuda ekmeğine epey yağ sürdü. Çok fazla gereksiz faul yapıldı ve her duran topta da kalesinde karambol yaşadı. Kendi kullandığı duran toplarda ise her zamanki gibi Beşiktaşlı taraftarlar çaylarını tazelemek için mutfağa gitti! Bu görüntüde de ilk yarıda bir gol olması imkansıza yakın gibiydi. Zaten devre arasında Opta Can’ın verdiği bilgiye göre de izlediğimiz ilk yarı, bu sezon Avrupa Ligi’nde ilk yarısında isabetli bir şut atılamayan ikinci maç olmuştu.
İkinci yarıya ise Preud’homme’un değişiklikleri damgasını vuracaktı. İlk yarıda iki sol bek De Bock ve Mbombo’yu önlü arkalı oynatarak Gökhan Töre’yi başarılı bir şekilde kilitleyen Belçikalı teknik adam, ikinci yarıyla birlikte Mbombo’nun yerine Gedoz’u alarak oyunu yavaş yavaş hareketlendirmek istedi. Bu da doğaldı çünkü gole ihtiyacı olan takım kendileriydi.
Ama ilk yarı boyunca çift sol bekle tutulan Töre, Mbombo’nun çıkışıyla 46’da ilk defa tehlikeli yerde topla buluştu ve Preud’homme’a “Beni burada topla buluşturursan, değil iki kişi, dört kişiyle bile tutamazsın!” diyerek dört Brugge savunmacısının arasına dalıp harika bir tek kişilik gösteri yaptı. Gökhan bu bire birleri 17 yaşında Chelsea’deyken de deniyordu ama artık bire birin sonunda hem soluyla, hem sağıyla öldürücü vuruşlar yapabiliyor. Zaten bu yüzden maç öncesi UEFA’nın sitesinde Marek Hamsik, Muhammed Salah ve Bas Dost’la birlikte son 16’nın ne yapacağı merakla beklenen oyuncularından biri olarak göstermişti.
Golden sonra Beşiktaş 60’a kadar oyunun hâkimi oldu ve Brugge’ü oyundan düşürdü. Bu arada net pozisyonlar da yakaladı ama Ba, yukarıda saydığımız nedenlerin de etkisiyle bunları değerlendiremedi. 61’de Preud’homme’dan oyuna bir müdahale daha geldi. Merkez orta saha De Fauw çıktı, 1.96’lık santrfor Oulare girdi ve 4-4-2’ye döndüler. Bu değişiklikten 1 dakika sonra da girdiğinden beri tutulamayan Gedoz’un şutunda De Sutter ayağını koydu ve skora eşitlik geldi.
Ve bu golün ardından maç tamamen Brugge’ün eline geçti. Bekledik ki, Preud’homme’un işe yarayan bu hamlelerini Bilic de esaslı bir karşılık verip nötrlesin. 60’tan sonra Beşiktaş’ın sorunu açıktı. Birincisi; 1.96’lık Oulare ve 1.92’lik De Sutter’e devamlı top şişirmeye başladıkları için, buraya bir çare bulmak gerekiyordu. İkincisi de takım çok fazla geriye çekildiği ve Veli’nin bu şartlarda o bölgeyi tek başına savunabilmesi mümkün olmadığı için, orta sahanın direncinin artırılması ve Brugge’ün yeniden kendi sahasına doğru geri püskürtülmesi gerekiyordu.
brugee44
Peki Bilic bunu hangi değişiklikle yapabilirdi? Örneğin bir soru: Dün akşam Bilic’in elinde 45 dakikalığına faydalanabileceği bir Atiba’sı olsaydı, 72’de oyundan aldığı Oğuzhan’ın yerine yine Kerim Frei’ı mı, yoksa Atiba’yı mı sokardı? Bilic de dahil hepimiz biliyoruz ki Atiba’yı sokardı. Zira gereken de oydu ama elde Atiba yoksa onun rolünü en iyi kim kıvırabilirdi? Necip.
Peki Oğuzhan’ın yerine Atınç alınsaydı, hem Brugge’ün ilerdeki kuleleriyle daha kolay başa çıkılıp, hem de Veli’nin yanına atılacak Necip’le orta sahanın direnci artırılıp önde baskı yoluyla savunma çizgisi yeniden öne çekilemez miydi? Bir taşla iki kuş!
Peki neden Kerim Frei girdi? Mantığı neydi? Oğuzhan’ın yapamadığı hangi şeyi yapacaktı Kerim? 60’tan sonra yokluğu giderek hissedilmeye başlayan Atiba’nın boşluğunu Oğuzhan dolduramadı da Kerim mi dolduracaktı yani? “Pırpır kanat forvet” olarak bildiğimiz Kerim, ne zamandan beri takım baskı yediğinde pozisyon bilgisi ve enerjisiyle takımını bu baskıdan çıkarabilecek bir merkez orta sahaya dönüştü acaba?
Oysa Kerim, Oğuzhan’ın yerine değil de tıpkı Ba gibi çok fazla yük bindiği için haftalardır formsuz olan Olcay’ın yerine girebilirdi. Ne var ki Bilic, Preud’homme’un aksine tamamen ezbere bir değişiklik yaptı ve oyuna olumlu hiçbir etkisi olmadı. Hal böyle olunca Brugge’ün baskısı da katlanarak arttı. 79’da oyunu tamamen değiştiren Gedoz bir de penaltı aldı. Balıkesir’de yediği ilk golün kopyasını yiyen Beşiktaş, Balıkesir’e verdiği penaltının kopyasıyla da Brugge’den ikinci golü yendi. Tesadüf olabilir mi? Kesinlikle hayır.
Diğer yandan Beşiktaş’ın bu sezon Avrupa Ligi’nde yediği sekiz golün beşi (yüzde 62,5’i) maçların son 15 dakikalarında geldi. Opta Can’ın verdiği istatistiğe göre turnuvadaki en yüksek oran bu. Peki bu tesadüf mü? Hayır, bu da değil.
Temmuz ayında sezonu açan, çok yoğun bir maç takvimiyle mart ayına kadar başarılı bir şekilde gelen Beşiktaş’ta çok net bir şekilde görülüyor ki fiziksel ve mental yorgunluk sayesinde 60’ncı dakikadan itibaren şalter atıyor ve rakip kim olursa olsun son 30 dakikada mutlaka baskı yeniyor. Rotasyondaki oyunculardan çok fazla katkı alınamayınca ve Bilic’in oyuna müdahalelerindeki başarı oranı maç öncesi hazırlığındaki başarı oranının yanına yaklaşamayınca, Balıkesirspor’dan yenen gollerin aynısının Brugge’den de yenmesi de, yenilen gollerin son 15 dakikada gelmesi de doğal oluyor.
brugee22
Beşiktaş, son 30 dakikadaki oyunuyla, bu sezon iç sahada oynadığı 23 maçı da kaybetmeyen bir rakibin sahasından kötü bir sonuçla İstanbul’a dönüyor diyemeyiz. Çok büyük bir sürpriz olmazsa bu turu geçer. Siyah-beyazlılar, bu turnuvada en son çeyrek finale kadar yükselebildiği 2003 yılında son 16’da karşılaştığı Slavia Prag deplasmanından çok daha zor bir skor olan 1-0’lık mağlubiyetle dönmüş, içerde kazandığı 4-2’lik galibiyetle çeyrek finalde Lazio’nun rakibi olmuştu. Gökhan Töre’nin attığı deplasman golüyle aynısını başarabilmesi için işi şimdi çok daha kolay. Dolayısıyla enseyi karartacak bir durum yok.
Ancak Beşiktaş’ın genel formu her geçen gün biraz daha düşüyor. Beşiktaş’ı buraya kadar başarılı bir şekilde taşıyan kilit oyuncuları artık yükü taşımakta zorlanıyor. Ve Bilic’in geldiği günden bu yana oyuna müdahalelerindeki başarısızlığı devam ediyor. Dolayısıyla daha önünde üç ay gibi uzun ve zorlu bir periyot bulunan siyah-beyazlıların esas endişelenmesi gereken şeyler turdan ziyade bunlar gibi görülüyor.
(FourFourTwo)

9 Mart 2015 Pazartesi

Yolculuk nereye hemşerim?

Lewis Carroll’ın “Alice Harikalar Diyarında” kitabından sonra bir Fakir Baykurt romanı okumanız, kolay olmaz. Beşiktaş’ın Liverpool deneyiminden sonra yeniden lige adapte olmaya çalışması da biraz buna benziyor!
Yolculuk nereye hemşerim?
Beşiktaş, 120 dakikalık Liverpool rüyasından üç gün sonra lig sonuncusu Balıkesirspor’un karşısına çıkmış ve sarsılarak uyandırılmıştı. Aradan geçen bir haftayı ise bir buçuk ay sonra ilk defa maç yapmadan geçirdi siyah-beyazlılar.
Takımın nefes almasını sağlayan bu boşluk sayesinde Balıkesirspor karşısındaki bitik görüntünün Sivas deplasmanında görülmeyeceği düşünülüyordu ama öyle olmadı. Anlaşılan bu bir haftalık dinlenme de pek işe yaramamış.
En önemli özelliği rakip yarı alandaki baskısı olan Beşiktaş, dün bu özelliğini neredeyse hiç gösteremedi. Bunda fiziksel ve mental yorgunluk kadar Sivasspor’un en uçtaki Batuhan’a top şişirip, topun düştüğü yere de Aatıf-Hakan-Burhan üçlüsünü sızdırmaya çalışan hücum anlayışının da payı vardı. Bu sayede ev sahibi ekip hem Beşiktaş’ın baskı alanına hiç girmedi, hem de Kadir ve Mehdi’nin önderliğinde topu kaptırdığı yerde basarak siyah-beyazlıları kendi silahıyla vurdu.
Beşiktaş ise bu baskıya bir türlü cevap veremedi. Bunda ön taraf elemanlarının formsuzluğu kadar Atiba-Veli merkez ikilisinin bu tip maçlarda oyunu forse etmede yetersiz kalmalarının da etkisi var. Evet, bilhassa Avrupa’da, kendisinden güçlü rakiplere karşı bu formül kusursuza yakın bir şekilde işleyebiliyor ama ligin vasat altı takımlarına karşı çare üretmekte de inanılmaz zorluk çekiliyor.
Feyenoord, Arsenal, Tottenham, Liverpool’a tutan oyun şekli ve planı; Rizespor, Eskişehirspor, Balıkesirspor, Sivasspor’a tutmuyor. Slaven Bilic bunu daha ne kadar reddedecek bilinmez ama artık ligde farklı bir şeyler denemesi gerekiyor.
Örneğin Sosa… Sakatsa bir-iki hafta dinlendirilsin, oynatılmasın. Oynamasına mani olacak kadar ciddi bir sakatlığı yoksa da Sosa’dan farklı şekillerde yararlanmanın yolları aransın. Örneğin Bilic sezon başında neden Ben Arfa’yı değil de ısrarla Sosa’yı istemişti? “Kanatta da oynayabilen oyun kurucu” ısrarının nedeni neydi? Önder Özen katıldığı bir televizyon programında buna “Çünkü Oğuzhan’ın süresinden çalmak istemiyor” yanıtını vermişti. Ayrıca kanatta da oynayabilen bir “10 numara”, Bilic’in bazı maçlarda farklı dizilişleri (örneğin 442) denemesini de kolaylaştıracaktı.
Ama sezon başından beri Bilic’in Sosa’yı kullanış şekli, yukarıda söylediklerimizi yalanlıyor. Sosa’yı kenarlarda, Oğuzhan’ı merkezde izlediğimiz maç sayısı bir elin parmaklarını bulmaz. Hadi diyelim ki Oğuzhan formsuz bir sezon geçiriyor, e aynı tipte Tolgay transfer edildi. Daha 10 gün önce de Liverpool’u eleyen golü attı. Neden aynı şey Tolgay’la denenmiyor? Kötü de oynasalar neden hep Gökhan-Olcay’la başlanıyor? Oysa bazı maçlarda bu ikiliden birinin yerine Sosa’yı kenara atıp merkeze de Tolgay çekilse hem yaratıcılığı artacak merkezden daha rahat oyun kurulabilir, hem de merkezin kargaşasından kurtulacak Sosa’dan da verim almaya başlanılabilir.
2000X1500_7685389164835216
Sosa, şapkadan tavşan çıkarabilen klasik 10 numaralardan değil. Yetenekli ama yeteneklerini basit ve efektif bir şekilde kullanmayı seven bir takım oyuncusu. Tarif biraz Pancu’ya benziyor, değil mi? Peki Lucescu, Pancu’yu nasıl kullanıyordu? Bazen en ileri uçta, bazen forvet arkasında, bazen kenarlarda, bazen de orta sahanın merkezinde. Ama mutlaka Sergen veya Tümer’den biri de yanında oynuyordu. Hiçbir zaman başrol oyuncusu olmuyordu belki ama en iyi yardımcı oyuncu ödülünü de kimselere bırakmıyordu.
Bilic de Sosa’yı Lucescu’nun Pancu’yu kullandığı gibi kullanmalı. Nasıl Atiba birinci ve ikinci bölgenin jokeriyse, Sosa da ikinci ve üçüncü bölgenin jokeri olabilir. Her maç mutlaka forvet arkasında oynamak zorunda değil. Kenarlarda da oynatılabilir. Hatta Cenk ve Mustafa’nın yokluğunda, ara sıra Demba Ba’nın yanında sahte forvet rolünde de kullanılabilir. Merkezde boşalttığı yeri dolduracak Tolgay ya da Oğuzhan da sahada anlaşabileceği yetenekli bir ayak olarak hem Sosa’nın, hem de Atiba-Veli’nin iş yükünü azaltır, takımın hücum akışkanlığını da artırır.
Bilic bugüne kadar böyle “farklı şeyleri” neredeyse hiç denemedi. Bundan sonra dener mi? Bilinmez ama dün deneyemezdi çünkü Sosa erkenden sakatlanıp çıkarak yerini Tolgay’a bıraktı ve Beşiktaş kâğıt üstünde aynı şekilde oyuna devam etti. Fakat bir nüans vardı ve bu da Beşiktaş’ın az da olsa işine geldi. Zira Tolgay, Sosa’ya göre daha orta saha özellikli bir oyuncu olduğu için geriden top almaya, oyun kurmaya, gerektiğinde de topla birlikte çıkmaya başladı ve Atiba-Veli merkezini üçledi.
Beşiktaş böylece biraz daha fazla topa sahip olmaya başladı ama ilerdeki üçlü bir türlü oyunun içine sokulamadığı için, pas bağlantıları yine çok yetersiz kaldı. Bu şekilde gol, ancak olağanüstü şeyler olursa gelecek gibiydi. Mesela bir duran top golüyle! Beşiktaş için bu sene duran toptan gol bulmak, ne yazık ki olağanüstü bir durum!
Ama daha da olağanüstü bir şey oldu: Necip 70 metreden ceza sahası içine ölçüp tartarak harika bir top ışınladı ve ceza sahasına koşuyu da Atiba yaptı. Ardından yaptığı gol vuruşuysa (dün sahada olmasa da) Demba Ba’ya “Kuzenim atmış!” dedirtecek cinstendi: Ati Ba! (Tabii maç sonunda yaptığı, “Necip’in pası harikaydı. Topu aslında kontrol etmek istedim ve ayağımın ucuyla dokundum” açıklaması “gol vuruşu”ndan da şıktı!)
Bir parantez de Liverpool maçında Ersan’ın yerine harika bir maç çıkartan, dün de Franco’nun boşluğunu top tekniğinin yüksekliğiyle sivrilen Franco’nun bile yapamayabileceği bir asistle dolduran Necip’e açmak lâzım. Önder Özen onun için “Stopere evrilirse milli takımın da stoper seçenekleri arasında olabilir” demiş; Bilic ise bahsi biraz daha yükseltip Necip’i Mascherano’ya benzetmişti ve bu iki yoruma da gülüp geçen çok olmuştu. Fakat her iki futbol adamı da Necip’in stopere evrilmesi konusunda her geçen gün biraz daha haklı çıkıyor. Dolayısıyla gülüp geçme sırası artık Özen-Bilic ikilisine ve onların bu güvenini boşa çıkartmayan Necip’e geçmiş olmalı.
Parantezi kapatıp yeniden maça dönersek… Beşiktaş adına gol öyle iyi bir zamanda hem de öyle kötü oynarken öyle ekstra şekilde gelmişti ki, bu gol ikinci yarıda oyun üstünlüğünü de Beşiktaş’a getirebilirdi. Zira Sivas’ta da Batuhan 40. dakikada yerini yorgunluktan nefes nefese Utaka’ya bırakmıştı. Yani zaten skor olarak da geriye düşen Sivasspor’un artık hücumda top şişirebileceği bir silahı da kalmamıştı. Bu yüzden mecburen pas ya da driplingle çıkmak zorunda kalacaklar, böylece Beşiktaş’ın da Atiba-Veli’li baskı planı yeniden işlevselliğine kavuşabilecekti.
Ama öyle olmadı. Sivasspor pasla çıktı çıkmasına ama karşısında bir baskı yerine geri çekiliş buldu. Beşiktaş oyunu bir türlü sıkıştıramadı, anlamsız bir şekilde geniş alanda oynadı ve bu zaten yorgun olan takımı daha da yordu.
2000X1500_458722538314760
Siyah-beyazlılar ne top tutabildi, ne oyun kurabildi, ne de kontra yapabildi. Bilic, kontraya çıkabilmek için kötü günündeki Gökhan’ı Kerim’le değiştirdi ama bunu zaten her maç yapıyordu. Farklı bir şeyler de denemesi gerekiyordu. Mesela dün için işlevselliğini yitiren Atiba-Veli ikilisinden Veli’yi çıkarıp Oğuzhan’ı merkeze koymak ve pas yaparak oyunu tutmaya çalışmak gibi… Ama bunu yapmadı. Maçı izleyen Beşiktaşlılar “Birazdan golü yiyeceğiz ama bakalım nasıl” diyerek izlediler son 30 dakikayı. Acı olan, Bilic de aynı şekilde izledi.
Fakat Sivasspor girdiği birçok pozisyonu cömertçe harcayıp golü bulamayınca Beşiktaş, Fenerbahçe ile Galatasaray’ın karşılaşacağı haftada, belki de kendisi için sezonun en kritik maçını sezonun en kötü oyunuyla kazanmayı başardı. Yine de Liverpool maçından sonra takımın lige ne fiziken, ne de ruhen geri döndüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz.
Elbette, örneğin Lewis Carroll’ın “Alice Harikalar Diyarında” kitabından sonra bir Fakir Baykurt romanı okumanız kolay olmaz. Beşiktaş’ın Liverpool deneyiminden sonra yeniden lige adapte olmaya çalışması da biraz buna benziyor. Sürreal bir İngiliz romanından sonra yeniden yerli bir köy romanı okumaya zorluyor kendisini siyah-beyazlılar fakat aklı hâlâ o harikalar diyarında…
Ama Alice’in “Lütfen hangi yöne gitmemiz gerektiğini söyler misin?” sorusuna kedinin verdiği cevaptaki gibi; “Bu büyük ölçüde nereye varmak istediğinize bağlıdır.” Beşiktaş da Liverpool maçından sonra yönünü biraz şaşırmış gibi. Eh, bu kadar çok seyahat eden bir takım için normal bir durum ama tabii ki yeniden doğru yönü de bulabilmek gerek. Bunun için de anahtar soru yukarıda duruyor: “Yolculuk nereye hemşerim?”
(FourFourTwo)

27 Şubat 2015 Cuma

Şimdi Infantino düşünsün!

Beşiktaş mutlu çünkü Eintracht Frankfurt’lu düşünür Walter Benjamin’in dediği gibi, “Mutlu olmak, ürküntü duymadan kendinin farkına varabilmektir.” Beşiktaş dün gece kendisinin farkına vardı!
Şimdi Infantino düşünsün!

Beşiktaş, Liverpool ve Olimpiyat Stadı. Bu “kutsal üçlü”nün bir araya geldiği yerde sıra dışı bir maç olacağını hepimiz adımız gibi biliyorduk. Tıpkı Infantino’nun 31 takım arasından gidip Liverpool’u çekeceğini bildiğimiz gibi…
Liverpool’un 2005’teki finalin devre arasında, kupayı kazanabilmesi için mucizeden de fazlasına ihtiyacı vardı. 10 yıl sonra aynı statta Beşiktaş’ın Liverpool’u saf dışı bırakabilmesi içinse ihtiyacı olan şey akıl, kontrol, sabır ve birazcık futbol talihinden fazlası değildi.
Hafta sonu ligde Manchester City’yle karşılaşacak Kırmızılar’ın eksikleri çoktu. İlk maçta da oynayamayan Lucas-Gerrard ikilisine Henderson, Coutinho ve Sakho da eşlik etmişti. Bilhassa Lucas, Gerrard, Henderson ve Coutinho’nun olmayışı; Beşiktaş’ta Atiba, Veli, Oğuzhan ve Sosa’nın olmaması gibi bir şeydi. Çok önemliydi.
Brendan Rogers, Sakho’nun yerini çok kötü bir sezon geçiren Lovren’le, Henderson’ın boşluğunuysa Emre Can’ı öne çekerek doldurmuştu. Coutinho ve Lallana’nın yerleriniyse Balotelli ile Sterling almıştı. Kısacası ilk maçta sahaya sürdüğü pas takımını, rövanşta atacağı tek bir golün önemini iyi bildiği için kontra atak takımıyla değiştirmişti. Fakat ileri hattı ne kadar hızlı oyunculardan oluştuysa, geri hattı da o kadar ağırdı. Beşiktaş golü erken bulabilirse, Liverpool’u üstüne çekip Rodgers’ı kendi kazdığı kuyuya düşürebilirdi.
Bilic’inse Ersan ve Motta’nın yokluğunda yapacağı tercihler çok kritikti. Ya Atiba’yı sola çekip elde kalan tek orijinal stoper Atınç’ı da Ersan’ın yerine oynatacaktı, ya da bilhassa bu tip maçlarda takımın en önemli kozu olan Atiba-Veli ikilisini bozmak yerine solda Jordan Ibe karşısında atletik özellikleriyle tutunabilecek Opare’yi aylardır hiç 90 dakika çıkarmamasına rağmen risk alıp oynatacak, stoperde de rakip yüksek topa dayalı klasik İngiliz futbolu oynamadığı, hızlı hücum fırsatları kollayacağı için yine atletik özellikleriyle fark yaratabilecek Necip’i tercih edecekti. Slaven Bilic, bu iki doğru tercihiyle maç daha başlamadan maçı kafasında oynayıp kazanmış gibiydi.
Beşiktaş’ta plan Anfield’dakiyle hemen hemen aynıydı. Yine önde basılacak, Liverpool hücum hattı kendi geri dörtlüsüyle mümkün olduğu kadar az karşı karşıya getirilecek, önde baskının boşa çıkartıldığı anlardaysa topun arkasına çok iyi geçilecekti. İlk yarıda bunların hepsi gerçekleşti. Fakat Anfield’da olduğu gibi yine çok kötü hücum edildi, hatta edilemedi! Fıtık sorunu yaşadığı söylenen Sosa yine çok kötüydü, pas tercihlerinin neredeyse tamamı yanlıştı. Gökhan Töre yine sağ çizgide unutuldu kaldı. Olcay savunmaya gelişlerde ne kadar kararlıysa, hücuma çıkışlarında o kadar aceleci ve acemiydi. Hâl böyle olunca ilk yarıda Beşiktaş hücumları Touré-Skrtel-Lovren üçlüsünün boy ortalamalarının 1.60 civarında olduğunu varsayarak yapıldı. Devamlı Demba Ba’ya top şişirildi. Havamızı aldık tabii.
Devre arasındaysa soyunma odasına Garavel Usta inmiş olmalıydı.
- Biraz kung-fu’ya ne dersiniz?- Olur. Başka ne var?
- Aikido, judo, tekvando, taocu seks, orta iki fizik, Best of MFÖ…- Karışık var mı?
- Var.- Karışık yükle!
Karışık yüklenmiş Beşiktaş’ta ikinci yarıda Garavel Usta’nın tüm anahtar kelimeleri sahadaydı: Teknik, hırs, irade, konsantrasyon, denge, zamanlama, bilgi, deneyim, disiplin… Şimdi Liverpool’un rakısını arkasından yanaşıp pipetle içme zamanıydı!
Tabii her şeyi Garavel Usta’ya bırakmak olmazdı, Bilic de bir şeyler yapmalıydı! Önce Gökhan ile Olcay’ın yerlerini değiştirdi Hırvat hoca. Bu hamle hem takımın hücum akışkanlığını artırdı, hem de ilk maçta durdurulamayan Ibe, Opare-Gökhan iş birliğiyle öyle bir pasifize edildi ki, Rodgers ilk oyuncu değişikliğinde Ibe’ı oyundan almak zorunda kaldı.
Atiba-Veli de Emre Can-Allen ikilisine karşı agresifliği öyle bir artırdılar ki, bir yerden sonra sanki Beşiktaş-Liverpool maçını değil, Çeliktepe Cengizhan Lisesi ile St. Benoit Lisesi’nin maçını izlemeye başladık!
B-zHHA8XEAE2Tqx
61’deyse Bilic’ten tribündeki Liverpool’lulara, “Ağlama Melis!” dedirtecek değişiklik geldi. Belki de Beşiktaş adına maçtaki tek sönük şey olan Sosa oyundan çıktı, Tolgay girdi. Girer girmez de oyunu eline aldı. 61’den sonra Beşiktaş’ın oynamaya başladığı top, Charmeleon’un nihayet Charmender’a dönüşmesi gibiydi. Beşiktaş sadece BASKI yoluyla sonuca gitmeye çalışmıyordu artık, Liverpool’a oynaması için başka bir top bulması gerektiğini de söylüyordu. (Beşiktaş’ta Atiba, Serdar ve Opare 300’ün üzerinde kez topla buluşurken, Liverpool’daysa 80 kez topla buluşabilen oyuncu yoktu)
Ve Tolgay Arslan, bir gece önce Atletico Madrid’i yıkan eski takım arkadaşı Hakan Çalhanoğlu’ndan rol çalıyordu. Önce 35 metreden kaleyi yokladı, olmadı. Ardından Gökhan Töre’nin adam eksilterek Demba Ba’yı bulması ve bir anda önünde gelen topa Tolgay’ın kaleye bile bakmadan vuruşu… Tolgay, çıktığı ilk Avrupa kupası maçında öyle bir gol attı ki, Giunti ve Ernst-Yusuf transferlerinden sonra, Beşiktaş’ı şampiyon yapan devre arası transferlerinden biri olmaya geldiğini de göstermiş oldu. (Bilic’in maç sonu Tolgay’ın telefonuna aşk mesajları attığı da gelen haberler arasında!)
Beşiktaş golden sonra da vitesi hiç düşürmeden, Liverpool’un yarı alanında top oynamaya devam etti. 90+’daki karambolde Demba Ba’nın topu çataldan döndü, tur değil. Tur Beşiktaş’ındı. Buna herkes emindi. Sadece 30 dakika gecikmişti.
Beşiktaş 60 ile 120 arasında öyle bir şey oynadı ki, maçın kahramanlarından Necip, orta sahaya gelip “tackling” yapmaya başladı. Tempo ve fizik güç anlamında Türkiye Ligi’ni 5-6’ya katlayabilecek Premier Lig’in son aylardaki en tempolu takımında uzatma dakikalarında Emre Can’a kramp girmiş, yerde kıvranıyordu. Olcay Şahan ise hâlâ adamına basıyor, Gökhan Töre 117’de Mignolet’e depar atıyordu. (Aşk olsun Miljenko Rak, aşk olsun Dolu Arslan!)
Yalnızca Atiba-Veli’nin kazandığı IKILI mücadele, Liverpool’da sekiz oyuncunun kazandığı ikili mücadele sayısından fazlaydı. Koskoca Liverpool, 120 dakikada Beşiktaş ceza alanına yalnızca 7 top gönderebildi. Daha nasıl anlatalım? Liverpool dün gece yalnız bile yürüyemedi!
Penaltı atışlarındaysa şu ana kadar Avrupa kupalarında hiç kaybetmemişti Liverpool. Ama dün gece kaybedecekti. Değil penaltılar, taş-makas yapılsa yine kaybedecekti! Öyle de oldu. Artık Liverpool’luların aklına Olimpiyat Stadı geldiğinde, içlerinde uyanan şey sınırsız bir mutluluk olmayacak. Bir burukluk olacak. Bunu onlara Beşiktaş yaptı. 2008’in daha iyi bir rövanşı olabilir miydi?
B-16PArUcAADAfx
Beşiktaş bu sezon İngilizlerle iç sahada oynadığı üçüncü maçta da gol yemedi ve Liverpool’u eze eze eledi. Beşiktaş büyüyor. Beşiktaş mutlu. Çünkü Eintracht Frankfurt’lu düşünür Walter Benjamin’in dediği gibi, Mutlu olmak, ürküntü duymadan kendinin farkına varabilmektir.” Beşiktaş dün gece kendisinin farkına vardı.
Şimdi artık rakipleri düşünsün. Şimdi Infantino düşünsün! Şu saatten sonra da elinden geleni ardına koymasın, torbasına koysun, sonra da çeksin. Vız gelir, Opare gider!
Slaven Bilic maçtan önce, Türkiye Ligi ekmeğimiz, Avrupa Ligi’yse tatlımız” demişti. İyi ya işte hocam, tatlıları Varşova’da alsak, fena mı olur?
(FourFourTwo)

23 Şubat 2015 Pazartesi

Plansız ve umutsuz

Raymond Williams, “Gerçek radikallik, umutsuzluğu ikna edici bir şekilde açıklamakla değil, umudu mümkün kılmakla olur” der. Beşiktaş’ın dün eksikleri çoktu; ama en önemlisi umudu mümkün kılacak bir planı yoktu. 
Plansız ve umutsuz

Beşiktaş bir maçta topa yüzde 60’ın üstünde hâkim olmuşsa, bilin ki o maçta zorlanmıştır. Bunun bu seneki en somut örneği, ligin ikinci haftasında 1-1 biten Çaykur Rizespor maçıydı. İkincisi de dün akşam Eskişehir’de yaşandı.
Rizespor maçında yüzde 76 oranında topu ayağında tutmuştu Beşiktaş. Dün akşam da yüzde 74 top hâkimiyetiyle bu orana en çok yaklaştığı maçı oynadı. Ancak yine topun bu kadar kendisinde kalmasına rağmen pozisyon bulmakta çok zorlandı.
Bunu Liverpool maçı öncesi Bilic’in dün akşam uyguladığı rotasyona bağlamak da mümkün elbette. Ama asıl neden, Bilic’in takımına 1,5 senedir kapanan takımlara nasıl oynaması gerektiğini öğretememiş olması. Zira bu sıkıntıları dün akşam olmayan Atiba, Gökhan Töre ve Demba Ba varken de yaşıyor Beşiktaş. Tek fark olarak bu sefer bulduğunu gol yapan bir santrforu yoktu Beşiktaş’ın. (Hatta santrforu yoktu! Mustafa Pektemek “santrfordan stopere geçirilip santrfor oynamayı unutmuş Ertuğrul Sağlam” gibiydi. Mustafa Yumlu’yla birlikte daha 1. dakikadan kafasına fileyi geçirmesineyse artık ne denir bilinmez. Galiba Mustafa’lıkta bi’ şey var!)
Bilic’in rotasyon tercihine gelince… Dünyanın her yerinde yarışmacı takımların teknik direktörleri yoğun fikstürlerde rotasyona gider. Bunda garipsenecek bir durum yok. Ha belki rotasyona aldığı oyuncuların yerine daha iyi seçimler yapılabilirdi. Mesela Atiba’nın yerine Tolgay denenemez miydi? Umarız Bilic, geçen sene Pedro Franco, Kerim Frei ve Jermaine Jones’a yaptığını Tolgay’a da yapmıyordur. Zira Tolgay transferinin, normal şartlarda 2009’daki Ernst etkisi yapması gerekir. Ernst’in de gelir gelmez oynatıldığı ve fark yarattığı düşünülürse, Tolgay’dan da faydalanabilmek için oynatmaktan başka yol görünmüyor gibi.
Ama öyle veya böyle, Bilic’in bir rotasyona gitmesi gerekliydi. Brendan Rodgers da dün Southampton karşısında Beşiktaş’a karşı ilk 11’de başlayan Sakho, Moreno ve Sturridge’ı oynatmadı. Bilic de bunu ya Liverpool maçında yapacaktı, ya da Eskişehir maçında. Dün akşam yapmayı seçti. Ama bunu “Bilic, Liverpool’u elemeyi ligde şampiyon olmaktan daha fazla önemsiyor” diye okumak doğru mu? Tartışılır. Pekala “Liverpool’u ancak en iyi 11’imle eleyebilirim ama Eskişehir’i birkaç rotasyonla da geçebilirim” diye de düşünmüş olabilir.
2000X1500_2169462172314525
Önce dün ilk 11’de olmayan oyunculara bakalım: Sezgileriyle geri dörtlüyü toparlayan ve yüksek top tekniğiyle de geriden oyun kurabilen Pedro Franco yoktu. Pozisyon bilgisiyle çok iyi alan kapatan ve bilhassa orta sahada seken bütün topları alarak Beşiktaş’ın oyunu tutmasını sağlayan Atiba yoktu. Skor olarak geride olunduğunda ya da oyun anlamında sahada işler yolunda gitmediğinde isyan eden ve takımı karşı kaleye götüren 1 numaralı oyuncun Gökhan Töre yoktu. İlk açıklanan 11’de ismi görünse de maç öncesi ısınırken ağrıları nüksedip kadrodan çıkarılan, elinde tabela yapacak tek santrforun Demba Ba da yoktu. (Ba’nın kadrodan çıkarıldığı an Gökhan Töre 11’e geri dahil edilmeliydi. Her ikisinin de yokluğu fazla geldi)
Şimdi takımı için bu kadar kritik dört adam hangi takımdan bir anda çıkarılsa, o takım bocalar. Chelsea’den Terry, Fabregas, Hazard ve Costa’yı çıkar, bocalar. Bayern Münih’ten Boateng, Alonso, Robben ve Lewandowski’yi çıkar, bocalar. Barcelona’dan Pique, Iniesta, Messi ve Suarez’i çıkar, bocalar. Real Madrid’den Ramos, Kroos, Ronaldo ve Benzema’yı çıkar, bocalar.
Ha kazanılamaz mı? Elbette kazanılır. Nitekim Beşiktaş, Ağustos ayında Arsenal’i elemeyi hak edecek kadar iyi oynarken de Sosa’dan henüz transfer edilmediği için iki maçta da faydalanamamıştı. Atiba sakatlığı nedeniyle ilk maçta yoktu. Gökhan Töre yeni transfer edildiği ve hazır olmadığı için her iki maçın da son 10-15 dakikasında oynamıştı. Peki hemen hemen aynı eksiklerle, hem de sezon başında daha tam olarak hazır değilken Arsenal’e kafa tutabilen Beşiktaş, neden Eskişehirspor’a karşı bir çözüm üretemiyor?
Çünkü Bilic’in de dediği gibi, Beşiktaş’ın Arsenal’e karşı bir umudu ve bir planı vardı. Eskişehirspor’a ya da benzeri takımlara karşıysa 1,5 senedir bir planı yok Beşiktaş’ın. Dolayısıyla umudu da olamıyor.
Geride rakip atakları süpüren Franco yok, merkezde rakibi durdurup oyunu tutan Atiba yok, takımı karşı kaleye götüren Gökhan yok, bulduğu her iki pozisyondan birini gol yapan Ba yok… Hepsinden önemlisi, bu oyuncu eksikliklerine rağmen kazanmanı sağlayacak oyun fazlalığı-çeşitliliği yok. Ba yoksa örneğin, ceza sahasına 5 top gönderiyorsan, artık 10 top göndermen gerekli. Ceza sahasına 2 adam gönderiyorsan, artık 5 adam göndermen gerekli. Ama göndermiyorsun, hâlâ Demba Ba varmış gibi oynuyorsun ve gol atman da mucizelere kalıyor.
Dahası, nerede oynadığın ve rakibin ne oynadığı da seni alakadar etmiyor. Sahanın zeminine bakmadan hâlâ Anfield Road’da oynuyormuş gibi pas yapıyorsun. Ya da rakibin merkezi üç gün önce kar yağdığındaki E-5 trafiği gibi 4532653 oyuncusuyla kilitlemesine rağmen, sen ısrarla merkezden delmeye çalışmaya devam ediyorsun. Üstelik 53. dakikada iki bekini çıkarıp, üç açık oyuncusuyla oynamaya başlıyorsun ama hâlâ oyunu kenarlara doğru genişletemiyorsun. Sürekli top kaybediyorsun, her top kaybında Lawal kalene kadar 50 metre top sürüyor, sen onun peşinden koşuyorsun, topu kazanıyorsun, ardından merkezden zorlamaya devam ettiğin için yine kaybediyorsun, yine Lawal 50 metre top sürüyor ve sen yine peşinden kovalıyorsun. İşte 53. dakikadan itibaren maçın özeti…
Beşiktaş’a geldiğinden bu yana bir hayli muhafazakâr bir teknik direktör görünümü veren Bilic, belki de ilk defa dün akşamki kadar oyuna “radikal” müdahalelerde bulundu. Ama Raymond Williams’ın dediği gibi, “Gerçek radikallik, umutsuzluğu ikna edici bir şekilde açıklamakla değil, umudu mümkün kılmakla olur.” Beşiktaş’ın dün umudu mümkün kılacak bir planı yoktu. Belki Eskişehirspor savunmasındaki üç kule arasında çaresiz kalacağına ve Survivor’dan Pascal Nouma ile Ahmet Dursun’u da getiremeyeceğine göre, kulübeden Atınç’ı alıp santrfora koysa, sağ kanada Kerim’i ya da Olcay’ı, sol kanada da Gökhan’ı alıp, 40 dakika boyunca Atınç’a top atışı başlatıp etrafında kalabalıklaşmayı denese, yine radikal ama daha işe yarayabilecek bir müdahale olabilirdi. Olmadı.
Beşiktaş bu maça kadar ligde oynadığı son 6 deplasman maçını da kazanmıştı. Bu sefer kazanamadı. Ama daha gidilecek çok deplasman var. O yüzden şimdi dizlerdeki tozu, yara bereyi silip yeniden ayağa kalkma zamanı.
(FourFourTwo)

20 Şubat 2015 Cuma

Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer

Beşiktaş, sekiz sene önce boynu bükük ayrıldığı Anfield Road’tan bu sefer 85’te yediği penaltı golüne üzülüp; ama başı dik ayrıldı. Siyah beyazlılar gelecekteki zaferlerine temel olarak dün geceki yenilgiyi rahatlıkla koyabilir. Çünkü şairin de dediği gibi, “Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır.” 

Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer

Bu sezon Premier Lig’in dişli takımlarından biri hâlini alan Beşiktaş, dün gece Liverpool’a karşı ligdeki beşinci maçına çıkacaktı. Daha önce Arsenal ve Tottenham’la toplamda dört maç yapan ve hepsinde de oyun olarak üstün taraf olmayı başaran siyah beyazlıların bu oyun üstünlüğüne rağmen dört maçın birini kazanabilmişti.
Slaven Bilic’in bu maçlardan doğru dersleri çıkarabilmesi ve bunları da en iyi şekilde Liverpool’a uyarlayabilmesi gerekiyordu. Mesela Beşiktaş, bu dört maçın üçünde topa daha fazla hâkim olmuştu. Arsenal’e karşı oynadığı iki maçın ilkinde yüzde 53, ikincisinde yüzde 54 top Beşiktaş’taydı. (Ki ilk maçta Atiba yoktu, Gökhan Töre yeni transfer edildiği için hazır değildi ve oyuna sonradan girmişti, Sosa da henüz transfer edilmemişti. Ve bu üç oyuncu da Beşiktaş’ın topla en fazla oynayan oyuncuları) Birçok net pozisyonun değerlendirilemediği White Hart Lane’deyse topa sahip olma oranı yüzde 53’tü. Buna karşın takımın kazanabildiği tek maç olan içerdeki Tottenham maçındaysa yüzde 33 oranında topa sahip olabilmesi, Liverpool maçında oynanması gereken oyunun hangisi olduğuna dair net bir fikir veriyordu.
Atiba-Veli merkezli orta sahasıyla hem ligde hem Avrupa’da kendi seviyesindeki ya da kendi seviyesinin bir tık üstündeki takımlara karşı -Fenerbahçe ile Galatasaray hariç- önde baskı yoluyla topa değil ama oyuna hâkim olmayı çok iyi başaran bir Beşiktaş izledik bu sene, izlemeye de devam ediyoruz. Liverpool’a karşı oynanması gereken oyun da bundan çok farklı bir oyun değildi. Kısaca söylemek gerekirse, ligdeki Bursaspor ve Trabzonspor maçlarıyla Avrupa’daki Arsenal ve Tottenham maçlarının iyi bir sentezi alınmalıydı.
Elbette Liverpool, özellikle son dönemde yakaladığı formuyla bilhassa yüksek tempo bakımından tüm bu takımlardan başka bir yerde değerlendirilmeliydi. Bu formlarının nedenlerinden biri olarak gösterilen Rodgers’ın sonradan geçtiği 3-4-1-2 dizilişi de Liverpool’un ayrıca ele alınmasını gerektiren bir başka durumdu. Zira Bilic’in Beşiktaş’ı 1.5 senedir belki de ilk defa 3’lü oynayan bir rakibe karşı oynayacaktı. Ve belki de Hırvat teknik adam ilk defa dün gece elinde üst düzey iki bekin olmasını çok istemiştir.
Zira 3’lü oynayan takımların her zaman için en yumuşak tarafı kanatlarıdır. Eğer dün Beşiktaş, Gökhan Töre ve Olcay’ın arkasında üst düzey kanat beklere sahip olsaydı, Alberto Moreno ve Jordan Ibe, kendi bölgelerini sürekli iki oyuncuya karşı savunmak zorunda kalacaklardı ve geçildikleri her an Beşiktaş’ın öndeki mahşerin dört atlısıyla Liverpool’un çok da hamleli olmayan üç stoperi karşı karşıya kalacaklardı. Ondan sonrası da örneğin şu ana kadar Avrupa Ligi’nde attıkları 8 golle turnuvadaki 24 takımdan daha fazla gol atan Demba Ba ve Gökhan Töre’nin insafına kalacaktı.
Ama bu durumu avantaja çevirecek beklere sahip olmadığı için yapması gereken tempolu çıkmak ve Ibe-Moreno savunmayı 5’lemeden üç pasla karşı kaleye gidebilmeyi başarabilmekti. Diğer yandan Liverpool son zamanlardaki yüksek formlarının en önemli sağlayıcılarından olan orta sahasının merkez ikilisi Lucas-Gerrard’dan da sakatlıkları nedeniyle yoksundu. Ve yerlerine Henderson-Allen ikilisi görev alacaktı. Bu da Atiba-Veli’li Beşiktaş merkezi için büyük bir şanstı.
Siyah beyazlıların en endişelenmesi gereken noktaysa Ibe, Sturridge, Coutinho gibi hem topla çok yetenekli hem de topsuz oyunda çok atletik oyunculara karşı Ramon Motta haricinde atletik olarak zayıf, Pedro Franco haricinde de oyun zekâsı olarak zayıf bir geri dörtlüye sahip olmasıydı. Bu yüzden de Beşiktaş’ın en güvenilir noktası yine Atiba-Veli olacaktı. Bu ikilinin organize edeceği önde baskı yoluyla savunma hattı mümkün olduğu kadar önde kurulmalı ve Liverpool’un hem yetenekli hem süratli ön taraf elemanlarıyla Beşiktaş’ın zayıf halkası geri dörtlüsüyle mümkün olduğu kadar az karşı karşıya bırakılmalıydı.
2000X1500_8337242533452810-down
Öyle de oldu. Atiba-Veli, Lucas-Gerrard’ın da yokluğunu çok iyi değerlendirdiler ve Veli’nin enerjisiyle Atiba’nın da pozisyon bilgisiyle Beşiktaş orta alanın parselizasyonunu kusursuz bir şekilde gerçekleştirdi. Bunu bu sahada 10 gün önce Tottenham yapamamıştı örneğin. Belki bir ay önce Chelsea yapmıştı; ama onların dahi savunma hattı daha gerideydi ve en önemlisi Liverpool’a karşı mahkûm oynamışlardı. Beşiktaş’sa lk yarının son 10 dakikası haricinde hep istediği oyunu oynadı ve Premier Lig’in belki de en tempolu takımını rölanti bir oyun oynamaya mecbur bıraktı.
45 dakika boyunca neredeyse sadece Ibe-Ramon eşleşmesi üzerinden Beşiktaş’ı zorlamaya çalışan ve hem Ibe’ın müthiş oyunu hem de Olcay’ın önde baskılarının sonuçsuz kalmasıyla Ibe’ın sık sık birebirde kaldığı Ramon’un sürekli zamansız hamlelerde bulunması yüzünden bu eşleşmede büyük üstünlük kuran Liverpool’un buna karşın duran toplar ve Moreno’nun uzaktan bir füzesi haricinde kaleci Cenk’i zorlamayı başaramamasıysa Beşiktaş’ın takım savunmasını 1.5 senede ne kadar geliştirdiğinin bir kanıtıydı.
İlk yarıda rakibine gol pozisyonu vermeyen Beşiktaş biri köşe vuruşundan olmak üzere iki de net gol pozisyonuna girdi. Özellikle 34’te Demba Ba’nın üç pasla Mignolet’le karşı karşıya bırakıldığı pozisyon derslik bir kontraydı. Geçen sene Chelsea formasıyla attığı golün çok benzerini yakalayan Demba Ba yine ol goldeki vuruşuna benzer bir vuruş yaptı; ama bu sefer Mignolet, Senegallinin taraftarlarının kalplerini bir kere daha acıtmasına izin vermedi.
Beşiktaş bu pozisyonun aynısından bir-iki tane daha bulabilmeliydi. Ama ne yazık ki bulamadı. (İkinci yarının başında bir tane buldu aslında. Ama Sosa’nın kötü pası, Olcay’ın da aynı kötülükte top kontrolü sayesinde değerlendiremedi) Bu hücum etkisizliğinde de nasıl takım savunmasında kendilerine büyük pay çıkarıyorsak, yine Atiba-Veli ikilisinin rolünden bahsedebiliriz. Beşiktaş’ın en zayıf halkası olduğunu söylediğimiz geri dörtlüsünün özellikle bu seviyelerde daha çok ortaya çıkan zaaflarını kapatabilmek için Atiba-Veli ikilisi ne kadar zorunluysa, aynı şekilde yine bu seviyelerde Atiba-Veli ikilisiyle -hele ki Sosa ve Olcay da günlerinde olmayınca- çok iyi hücum etmek de bir o kadar zor.
Bilic de Atiba-Veli’yi bozup geri dörtlüsünün zaaflarının ortaya çıkmasındansa hücumdaki etkisizliği kötü oynayan Sosa ve Olcay’ı Oğuzhan ve Kerim’le değiştirerek aşmayı tercih etti. Kerim, Olcay’ın yapamadığı penetrasyonları daha fazla deneyip hücumda ufak da olsa bir hareketlenme getirse de bu yine yeterli olmadı. Özellikle maç boyunca bir şeyler yapmaya çalışan, zaman zaman etkili de olan; ama sol stoper Sakho, sol iç Allen ve sol kanat Moreno’nun markajından bir türlü kurtulamayan Gökhan’ın yalnızlığına bir çare bulunamadı.
2000X1500_9857380641624333-down
Brendan Rodgers ise Lovren-Allen değişikliğiyle Emre Can’ı orta sahaya itip Atiba-Veli’nin domine ettiği merkezin egemenliğini alıp, Coutinho-Balotelli değişikliğiyle de maç boyunca sıkıntısını çektiği « santraforsuzluk » hâlini aşmak istediyse de bu değişikliklerin maçta dengeleri değiştirdiğini söylemek mümkün değil. Zaten maçta denge bozacak tek nokta vardı, o da Ibe-Ramon eşleşmesiydi. Öyle de oldu. Ağustos ayında De Kuip’te de son dakikada ceza sahasının solundan bir penaltı yaptırarak turu tehlikeye sokan Ramon’a Bilic bundan sonra ceza sahasının sol çaprazında herhangi bir müdahale yapmayı yasaklamalı.
İstanbul’da Ramon ve Ersan cezası nedeniyle olmayacak. Bilic onun yerine Atiba’yı sol beke çeker mi veya Tolgay ya da Oğuzhan Atiba’nın merkezdeki boşluğunu doldurabilirler mi, turun ikinci ayağında Beşiktaş adına kritik nokta bu olacak.
Beşiktaş, sekiz sene önce boynu bükük ayrıldığı Anfield Road’tan bu sefer 85’te yediği penaltı golüne üzülüp; ama başı dik ayrıldı. Siyah beyazlılar gelecekteki zaferlerine temel olarak dün geceki yenilgiyi rahatlıkla koyabilir. Çünkü şairin de dediği gibi, “Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır.”
Evet, rövanşta Beşiktaş’ın işi kolay olmayacak. Evet, stadım dediği yerde rakibinin daha güzel anıları var. Ama neden Olimpiyat Stadı’nda Beşiktaş’ın da güzel bir anısı olmasın? Neden Türk takımlarına karşı çıktığı beş deplasmandan sadece birini kazanabilen Liverpool, « kraliçesinin ligine » geri döndürülemesin?
Usta Fin yönetmen Aki Kaurismäki, « Umut yoksa, karamsar olmak için de bir sebep kalmamış demektir » der. Neyse ki umut var. Beşiktaş’ın 26 Şubat akşamında da bir umudu ve bir planı olacak ve hiç kimse umutlarını kolay kolay söküp alamayacak. Bu da demek oluyor ki, Perşembe akşamı o stadı tıklım tıklım doldurmamak için de bir sebep kalmamış.
(FourFourTwo)

15 Şubat 2015 Pazar

Sistem güncellendi

Beşiktaş dün sistemi güncelledi. Anfield Road öncesi bu güncelleme işine çok yarayacak. Yeter ki Slaven Bilic ara ara sistemi çökerten virüslere karşı bir koruma programı yerleştirmeyi unutmasın.
Sistem güncellendi

Geçtiğimiz hafta Çaykur Rizespor’a karşı oynadığı beşinci maçta ilk galibiyetini almıştı Slaven Bilic. Hem de rakibi uzun süre 9 kişi oynamasına rağmen, son dakikada kazanılan bir penaltı golüyle. Dün ise dördüncü kez karşılaştığı Bursaspor’u dördüncü defa mağlup etti.
Evet, yine son dakikada kazanılan bir penaltı golüyle kazandı; ama Rizespor karşısında olduğu gibi ıkına sıkıla değil, oyun üstünlüğünü maçın büyük bölümünde rakibine kâbul ettirerek…
Peki neden Beşiktaş ligin düşmemeye oynayan takımlarından Rizespor’a karşı bu kadar zorlanırken, ligin her zaman üst sıralarında yer alan Bursaspor’a karşı sürekli kazanabiliyor?
Bu durum yalnızca Rizespor ve Bursaspor özelinde de değil. Örneğin ligdeki en iyi oyununu yeni teknik direktörü Ersun Yanal’la Galatasaray deplasmanında aldığı 3-0’lık galibiyetle karşısına çıkan havalı Trabzonspor’a karşı oynayan ve aynı skorla da rakibini mağlup eden Beşiktaş, neden ligdeki tek deplasman mağlubiyetini ligin bir diğer düşmemeye oynayan takımı Erciyesspor’a karşı alıyor?
Bu bir tesadüf müdür? « E futbol bu? » deyip geçiştirilecek bir durum mudur? Olabilir. Ama belki de olmayabilir de. Neden olmayabilir? Biraz anlatmaya çalışalım.
Öncelikle Slaven Bilic’in geçtiğimiz yıldan bu yana oyununu giderek olgunlaştıran Beşiktaş’ının kusursuza yakın bir A planına sahip olduğunu söyleyebiliriz. Ve Beşiktaş ligde şu an liderse, bu başarısını çok büyük oranda bu A planına borçlu. Kısaca nedir bu A planı? Rakibi önde karşıla, gerekirse topu da bırak; ama mutlaka rakibi önde karşıla ve topu kaptığın anda tempoyla karşı kaleye git.
Bu plan, Beşiktaş’ın neden Bursaspor’a karşı 4’te 4 yaptığını, ligdeki en iyi oyununu neden Trabzonspor’a karşı oynadığını ya da Arsenal ve Tottenham maçlarındaki etkili oyunun esbab-ı mucibesini açıklıyor. Bilic’in talebeleri, amacı topla oynamak olan, oyun şekli pasa dayalı olan takımlara karşı çok daha rahat ediyorlar. Çünkü çok büyük oranda Atiba-Veli ikilisine dayalı baskı oyunları, bu takımlara karşı çok daha kolay işleyebiliyor.
Fakat bu plan, bilhassa ligde, alt sıralarda mücadele veren, kapanan, öncelikli amaca rakibi oynatmamak olan takımlara karşı sökmüyor. Ve burada devreye B-C-D planlarının girmesi gerekiyor. Ama Beşiktaş’ta 1.5 senedir kusursuza yakın bir A planı oluşturduğunu söylediğimiz Bilic’in ne yazık ki hâlâ alternatif planları bulunmadığı için, Beşiktaş Rizespor’u ancak beşinci randevusunda zar zor yenebiliyor. Tek deplasman mağlubiyetini ligin dibindeki Erciyesspor’a karşı alıyor.
Evet, belki bir şekilde kazanıyor; ama kazanmak için gereğinden fazla efor sarfetmek zorunda kalıyor ve bu da üç gün öncesine kadar üç kulvarda devam eden takımı bir hayli yıpratıyor.
Bu yüzden Bilic’in farklı rakiplere karşı farklı alternatifler geliştirmesi, farklı oyuncu ve taktik tercihlerinde bulunması gerekiyor. Daha açık söylemek gerekirse, White Hart Lane’e çıkan takımın, lig sonuncusu Balıkesirspor’a karşı oynarken de aynı 11’le, aynı taktik dizilişle ve aynı oyun anlayışıyla çıkmaması gerekiyor. Üçüncü bölgede topu kazandığında karşı kaleye « mükemmel » giden takımın, aynı mükemmelliğin yarısını tüm hatlarıyla geriden bekleyen ya da baskıya baskıyla karşılık veren takımlara karşı da gösterebilmesi de gerekiyor mesela.
2000X1500_2486494886688889
Tüm bu anlattıklarımızdan ise Beşiktaş’ın Bursaspor’a karşı Rizespor’a olduğundan çok daha rahat bir oyun ortaya koyabileceği ön tahmini doğuyordu. Muhtemelen top çoğunlukla Şenol Güneş’in takımında kalacak ve Beşiktaş rakiplerine bugüne kadar bilinçli bir şekilde sağladığı bu « yalancı top hâkimiyeti » ni baskıyla, şok preslerle kırıp, bir an önce sonuca gitmeye çalışacaktı.
Maç başladığında ise gördük ki, Beşiktaş gerçekten Bursaspor’a karşı Rizespor’a göre daha rahat edecek. Ama diğer ön tahminimiz tutmayacaktı. Belki de Şenol Güneş, Beşiktaş’ın ayağı top yapan tüm takımlara kurduğu « pas oyunu tuzağı » na düşmek istemedi ve Bursaspor bilinçli olarak topu Beşiktaşlı oyuncuların ayağına bıraktı. Ama Volkan Şen’in yokluğu topun kontrolünü Beşiktaş’a kaptırmalarında daha büyük bir etken gibiydi. (İlk yarıda top yüzde 60 oranında siyah beyazlıların kontrolündeydi. Ki bu, Rizespor maçından sonra Beşiktaş’ın topla en fazla oynadığı ilk yarıydı)
Böyle olunca ve en etkili gol silahları Fernandao’nun da takımın geri kalanıyla arasındaki mesafe maçın başından itibaren çok açık kalınca, Bursaspor’un tek hücum seçeneği, Bakambu’nun koşu yoluna atılacak toplar olarak kalmıştı. Zaten golü de öyle buldular. İki hafta önce çok kötü tercih edilmiş şutlarıyla Muslera’nın dizlerini bol bol döven Bakambu, maçtan sonra kaçırdığı goller için kendi dizlerini de epey dövmüş olacak ki, dün girdiği ilk gol pozisyonunda bu sefer de Tolga’nın dizlerini hedef almak yerine üzerinden aşırtmayı tercih edince, Bursaspor baskılı başlayan rakibi karşısında bulduğu ilk pozisyonu değerlendirip öne geçmeyi başardı.
Aslında gole kadar çok iyi bir 15 dakika çıkaran; fakat buna rağmen skor üstünlüğünü rakibine kaptıran, bu arada da kalecisinin sakatlanmasıyla bir değişiklik hakkını yitiren Beşiktaş’ınsa önünde bugüne kadar oynadığı en iyi oyunların geliştirilmiş hâlini oynaması gereken bir 75 dakika vardı. Bir diğer deyişle, sistemin güncellenmesi gerekiyordu.
Zira rakip topu beklenmedik ölçüde kendilerine bırakmış, üstüne üstlük bir de öne geçmişti. Dolayısıyla yalnızca « baskı oyunu » ile bu işin çözülmesi zor görünüyordu. Buna yüksek tempoyla donatılmış iyi bir « set oyunu » nun da eşlik etmesi gerekiyordu.
Beşiktaş’sa şu ana kadarki oynadığı oyunun farklı bir sürümünü icra ettiğini ilk 15 dakikada zaten göstermişti. Kalesinde gördüğü gol de bu durumu değiştirmedi ve « bugün burada başka bir oyun oynanacak » dedi. Önce Gökhan Töre’nin Sosa’yla girdiği verkaçın ardından Harun’a takıldığı pozisyonu izledik. Ardından Bakambu’nun golünde markajda ağır kalan Atınç’ın pasıyla başlayan atakta, önce huşu içinde Sosa’nın mevlevi’vari dönüşüne tanık olduk. Dönüşün ardından gördüğü Gökhan Töre’nin topu bekletmeden uzak direkteki Demba Ba’yla buluşturması sonucu gelen golden sonra maçı stattan izleyen insanların tek pişmanlığı, herhalde Sosa’nın o yaptığının tekrarını hemen izleyemeyecek olmalarıydı.
Baskı oyununu, iyi kurgulanmış set oyunlarıyla güncellediğini söylediğimiz Beşiktaş, beraberlik golünden sonra da çok kaliteli ataklar geliştirmeye devam etti. Ancak oyununu büyük ölçüde güncellese de, önceki haftalardan kalma, ceza sahasına Demba Ba dışında bir adam sokamama sorunu büyük oranda devam etti. Senegalliyi ikinci forvet koşularıyla en çok rahatlatan oyuncu olan Olcay da gününde olmayınca, Beşiktaş atak organizasyonlarındaki kalitenin ödülünü, ceza sahasında kalabalıklaşamadığı için alamadı ve oyun üstünlüğünü skor üstünlüğüyle buluşturamayarak devreye girdi.
İkinci yarıdaysa Beşiktaş’ta güncellenen sisteme yeniden virüs girmişti. Savunma, nedendir bilinmez, çok fazla derinde beklemeye başladı, böylece defans hattıyla en ilerdeki Demba Ba arasındaki mesafe giderek açıldı ve yaklaşık 20 dakika boyunca oyunun kontrolü Bursaspor’a geçti. Buna rağmen konuk ekip bu üstünlüğünü rakip kalede tehlikeli bir pozisyona dönüştüremedi.
63’teyse sahada Hababam Sınıfı’ndan bir sahne yaşandı. Fernandao, Franco’ya kung-fu yaptı. Ama ne Bilic ne de Beşiktaşlı futbolcular, hakemi bunun kung-fu olduğuna ikna edemediler. Çevresini saran siyah beyazlılara ısrarla bu hareketin kung-fu değil, fung-hu olduğunu söyleyen Abitoğlu, Fernandao’yu bu ilginç fung-hu denemesinden dolayı sarı kartla ödüllendirdi.
2000X1500_7285778294317425
Bilic’in 62. ve 72. dakikalarda yaptığı Olcay-Kerim ile Veli-Oğuzhan değişiklikleriyse oyunun kontrolünü yeniden Beşiktaş’ın eline geçirdi. Bilhassa Kerim’in, Olcay’ın maç boyunca yapamadığı ceza sahasına toplu-topsuz koşuları ısrarla denemesi; Oğuzhan’ın da ön tarafta etkinliği artan takıma geriden daha kaliteli servisler yapmaya başlaması, Beşiktaş için golün habercisiydi. (Tolgay’ın takıma katkısı belki henüz doğrudan değil ama, Oğuzhan’daki değişime bakarsak dolaylı bir katkısının olduğu kesin)
Nitekim 87’de Gökhan Töre sahneye çıktı. Öyle bir vuruşla ağları sarstı ki, bir yerlerden Nancy Sinatra’nın sesini duyar gibi olduk: « My baby shot me down! » Beşiktaş’a gelene kadar profesyonel golü bulunmayan, bu sene sadece sağ ayağıyla üç golü var. İlk yarının son maçında Galatasaray’a karşı tek kişilik bir direniş ortaya koyan Gökhan, dün de inatçılığı ve kararlılığıyla büyük bir testten daha geçti ve bu açıdan İlhan Mansız’dan sonra Beşiktaş’ın son yıllarda gördüğü en acayip karakterlerden biri olduğunu gösterdi.
Golden sonraysa, Beşiktaş’ın güncellenen sistemini ikinci yarıda 20 dakika boyunca çökerten virüs üç dakikalığına yeniden devreye girdi ve takım « allahını seven defansa gelsin » moduna geri döndü. Öyle ki, 90’da kaleci Harun orta sahaya kadar gelip ceza sahasına top şişirirken hiçbir baskıyla karşılaşmadı ve ceza sahasında Atiba’nın Ozan’ın önüne sektirdiği top bir takım esprilere neden oldu: « 2-2 mi? Bursa’dan gol haberi mi var? »
Fakat her ne kadar sık sık virüs kapabilse de Beşiktaş’ta sistem güncellenmişti bir kere. Erciyes maçında attığı beraberlik golünün ardından topu kaleden alıp orta sahaya getiren Kerim Frei, aynısını bu sefer topu kendi kalesinden çıkartıp yaptı. 90+1’de slalomlarla rakip kaleye sokulup Ba’nın önüne bıraktığı topta ofsayt gerekçesiyle gol sayılmadı. Üç dakika sonraysa Gökhan Töre ile Demba Ba’nın verkaçını ceza sahasına koşusuyla tamamladı ve Şener’in müdahalesiyle takımına penaltı kazandırarak hem maçın hem de belki de sezonun kaderini değiştirdi.
Geçtiğimiz hafta da son dakika penaltısıyla 3 puanı getiren Demba Ba’ysa aynı tarifeyi yine uyguladı; ancak Olimpiyat Stadı bu kadar soğukkanlı bir penaltıyı 2004’teki olaylı Galatasaray maçındaki Adrien Ilie’nin penaltısından beri görmemişti. Ayrıca Olimpiyat Stadı, Beşiktaş’ın bu sene ligdeki bir galibiyetini de görmemişti, bu penaltı sayesinde onu da görmüş oldu.
Ve Beşiktaş bu maçla birlikte namağlup şampiyon olduğu 1991-92 sezonunun ardından ilk defa ligin 20. haftasında 16 galibiyet alma başarısını gösterdi.
Üç puanla birlikte oyununu da geliştiren siyah beyazlıların, Anfield Road öncesi güncelleştirdiği bu sistem işine çok yarayacak. Yeter ki Slaven Bilic ara ara sistemi çökerten virüslere karşı bir koruma programı yerleştirmeyi unutmasın.
(FourFourTwo)