16 Şubat 2013 Cumartesi

Acılar karartmışsa bile günlerin duvağını
Düşürmüşse de ilkyazın tomurcuklarını fırtınalar
Hayat kendini yeniden yaratan bir bahardır
Verecektir en olgun meyvelerini mutlaka
Yeter ki hüzünler sarartmasın yüzünü


1 Şubat 2013 Cuma

İbrahim Altınsay Eriksson'a neden razıydı?


110 yıllık kulüp tarihinin en karanlık 8 yılından sonra göreve gelen yeni yönetimdeki isimlere baktığımızda, futbol komitesinde fahri olarak görev yapacağı açıklanan bir isim içimizi ferahlatıyordu: İbrahim Altınsay. Her ne kadar kulüp her geçen gün borçlu olduğu bir kişi ya da kurum tarafından dava ediliyor ya da o borçlarının nedenini oluşturan ne idüğü belirsiz finansal düzeni yüzünden elinden Avrupa'ya katılma hakkı alınıyor olsa da Altınsay'ın içinde olduğu bir futbol komitesinin yepyeni projeler üretip kulübü yeniden 90'lı yıllarındaki parlak günlerine döndüreceğini umuyorduk.

Nitekim başlarda işler tam da hayal ettiğimiz şekilde ilerliyor gibi gözüküyordu. Geride bırakılan iki yılın "sahada hafif pahada ağır" oyuncularının yollanacağı konuşuluyor, Havutçu'dan boşalan koltuk için de Altınsay'ın önerisiyle Ralf Rangnick'le anlaşıldığı söyleniyordu. Ardından, Football Manager müptelaları olarak ismini hepimizin çok iyi bildiği ama oynama fırsatı bulamadığı için gerçekte nasıl bir oyuncu olduğunu bilemediğimiz "wonderkid" Oğuzhan Özyakup'u Arsenal'den -Wenger'i nasıl ikna ettiğini halen bilemediğimiz bir şekilde- 500 bin euro'ya kulübe kazandırdığı haberi geliyordu. Anlaşılan hayali kurulan değişim başlamıştı. Ve yıllardır beklediğimiz bu hamlelerin devamı da gelecek gibi görünüyordu. 

Fakat ne yazık ki gelmedi. Önce Rangnick gelemedi. Sonra ortaya birçok isim atıldı. Ve bir gün gündeme Sven-Göran Eriksson ismi düştü, ardından da Altınsay'ın görevinden istifa ettiği haberi. Yine sonradan öğrendik ki, Altınsay'ı futbol komitesine fahri olarak atayan yönetim, Altınsay 1.5 aydır kulüp için teknik direktör ve oyuncu transferleri için yurtdışında görüşmeler yaparken, kendi başına gidip Eriksson'la anlaşıyor ve bunu öğrenen Altınsay da doğal olarak istifasını veriyordu. 

Ancak skandal bununla da kalmıyor, haberin medyaya düşmesinin ardından taraftarlar Eriksson ismine tepki gösteriyor ve dolayısıyla yönetim Eriksson'la yaptığı anlaşmayı feshediyor, Eriksson'a da kendi ceplerinden bir miktar tazminat ödüyordu. Kısacası yönetim değişiyor; ama zihniyet pek değişmiyordu. Sekiz yılda bir Rumen, bir İspanyol, bir Fransız, bir Alman, bir Portekizli, dört de Türk teknik adam harcayan kulüp; bu koleksiyonuna bir de İsveçli ekliyordu, hem de hiç çalışmadan!

Ardından yönetimin eski teknik direktör Mustafa Denizli'yle anlaştığı söyleniyor; fakat Denizli'nin istediği şartlar fazla bulununca, kulübün başına geçebilmek için her türlü zorluğa razı olan Samet Aybaba'da karar kılınıyordu. Yönetim içinde bulunan şartlara uygun bir slogan da bulmuştu: "FEDA" Zaten Aybaba da daha önce görüşülen; fakat birçok şart öne sürünce anlaşılamayan diğer teknik direktörlerin aksine Beşiktaş'ın başına geçebilmek için her türlü "fedakarlığa" hazırdı. 

Yönetimin Aybaba'yla anlaşmasının ardından ise Radikal'deki yazısında Uğur Vardan, Altınsay'ın Aybaba için sarfettiği, "Eriksson'a bile razıydım!" cümlelerine yer veriyordu. 

Biz de Altınsay'ın bunu hangi sebeplerle söylediğini biliyor ama, "En azından gençlere şans verir" diye kendimizi avutmayı tercih ediyorduk. Altınsay'ı da kulüpte görev yaptığı 45 gün içinde bize kazandırdığı Oğuzhan'ı izlemeye başladıktan sonra sık sık anacak, kendisinin o günden beri gerçekleşen tüm muratlarında pay sahibi olacaktık. 

Sonra lig başladı. İlk hafta ilk 11'de gördüğümüz Hasan Türk'le umutlandık. İkinci hafta "rüya takım" Galatasaray'a karşı gösterdiğimiz mücadeleyle gururlandık, son dakikada Burak'ın Burak'lığını hakemin de hakemliğini yapmasıyla bir anda alıp götürülen iki puana kızdık, üzüldük. Üçüncü hafta üç gollü Karabük galibiyetiyle tribünler ilk defa kendinden geçercesine "Sevemez kimse seni benim sevdiğim kadar!" demeye başlıyordu. Dördüncü haftadaysa takım bu sevgiye içeride Elazığ önünde aldığı bir üç gollü galibiyetle daha "Biz de sizi!" diye karşılık veriyordu. 

Her şey çok iyi gidiyor derken, iki defa öne geçilen; ama Sivok'un ceza sahasında çok lüzumsuz bir elle müdahalesi sonucu yenilen penaltı golü ve ardından altyapıda yetişip faydalanılamadan bir şekilde Anadolu takımlarına kaptırılan gençler koleksiyonumuzdan biri olan Orhan'ın uzatmalardaki 'gülle'siyle 3-2 kaybedilen bir Antep deplasmanı; sezon boyunca yenilecek olan "futbol komedi" gollerinin belki de başlangıcını oluşturan bir golle içeride 1-0 kaybedilen bir Sivas maçı ve ardından sezonun en kötü futboluyla 3-0 kaybedilen Fenerbahçe deplasmanıyla da işler tepetaklak oluyordu.

Ama her şey Trabzon maçıyla yeniden başlıyordu. Daha doğrusu Trabzon maçının 90+6. dakikasında Olcay'ın kaçırdığı yüzde yüz golle ve kaçan bir 2 puanla daha. 1-0'lık mağlubiyetle girilen devre arasının sonrasında oynanılan müthiş bir ikinci yarı ve kaçan o golün ardından sahanın farklı yerlerinde kendisini aynı anda üzüntüden yere bırakan altı futbolcu, bir bakıma Feda sezonunun da ateşini yakıyordu. 

Beşiktaş yüreklendiği Trabzon maçının ardından oynadığı 10 maçta mağlubiyet yüzü görmüyor, 6 galibiyet 4 beraberlik alıyordu. Kazanabileceği çoğu maçtan berabere ayrılsa da takım bu 10 maçta attığı 27 golle de ligin en çok gol atan takımı oluyor; fakat kalesinde de 15 gol görüyordu. 

Sezon başı kurduğu ihtişamlı kadrolarla ligin açık ara iki favorisi olarak gösterilen Galatasaray'la Fenerbahçe'nin ligdeki istikrarsız performanslarıyla da takım ilk yarıyı Galatasaray'ın üç puan gerisinde Fenerbahçe'nin üç puan önünde ikinci sırada tamamlıyordu. 

Dolayısıyla işler yolunda gözüküyordu. Sezon başı kimsenin şampiyonluk yarışında şans vermediği takımın, birkaç takviyeyle ligin en ciddi şampiyonluk adaylarından biri olacağı konuşuluyordu artık. Ama galiba Beşiktaş'ı ligin ikinci yarısında en çok bu durum zorlayacaktı. Sezon başında gençlerden kurulu, geleceğe dönük, mücadeleci, asla pes etmeyen bir takım kurmak hedefi varken; ilk yarı sonunda hiç beklenilmeyen bir ikincilik, kulübün bakışlarını geleceğe dönük hedeflerden beş ay sonra kazanılması olası bir şampiyonluğa dikmesine sebep oluyordu. 

Ve bu yüzden kalede Cenk oynayamıyordu, İskoç milli takımının orta sınıf kalecisi McGregor'la "idare etmek" daha "akılcı" bir çözüm olarak görülüyordu. Ya da örneğin ligin ilk haftasında ilk 11'de görüp umutlandığımız Hasan Türk'ü oynatmak da pek mümkün görünmüyordu. Çok merak edilen Muhammed'in süre alması ya da Ankaragücü'nden devre arasında alınan Sinan Kurumuş'un şans bulması da keza öyleydi. Veya altyapıda gol rekorları kıran 16 yaşındaki Furkan Yaman'ın Almeida'nın yorulduğu bir maç sonunda yerine girdiğini görmemiz de imkansız gibiydi. Çünkü ilk yarı sonunda geldiğimiz yer itibariyle artık bunların zamanı değil, şampiyon olmanın zamanıydı. 

Bu yüzden hemen eksik yerlere transferler yapılmaya başlandı. İsmail'in sakatlığı ve yerine getirilen Uğur Boral'ın her maç rakip sağ kanatlarla "kaleye kadar geçiriyim abi!" tarzında kurduğu son derece misafirperverce ilişkiler sonucunda bir sol bek transferi öncelik kazanıyordu. Dolayısıyla sezon başı da alınmak istenen; ama son anda olmayan Gökhan Süzen transfer edildi. Ardından şapkadan Dentinho çıkarıldı. "Lucescu kötü adam yollamaz!" deyip, umutlandık. Transferin son gününde de şahsen Dirk Kuyt'la birlikte Fenerbahçe'nin son dönemdeki yabancı transferleri arasında en çok kıskandığım isim olan Mamadou Niang kiralandı, çok sevindim. Hatta bir an formda bir Almeida'yla diri bir Niang'ın nasıl ikili olacağını düşünüp şampiyonluk hayalleri kurarken bile buldum ben de kendimi, itiraf edeyim.

Ama bir an aklıselim düşününce anlıyorum ki, Beşiktaş ilk yarı performansıyla aslında çok büyük bir şansı da kaçırdı: Çok büyük bütçelerle şaşalı kadrolar kuran Fenerbahçe ve Galatasaray'a karşı yetenekli gençleri bünyesinde barındırarak hem ekonomisini düzeltme hem de geleceğini kurma yoluna girebilirdi Beşiktaş. Böylece de tıpkı 90'lı yılların başındaki gibi genç futbolcuların şans bulduğu, diğer iki büyüğe kıyasla daha cazip bir kulüp haline gelebilirdi. Ama kulübe kazanılması olası bir şampiyonluk daha cazip gelince, bence önündeki bu büyük şans da tepilmiş oldu.

Dün akşamki Karabük maçında da bunun etkileri görüldü. İlk yarı boyunca tribünlerin ayakta alkışladığı oyuncuların bir bölümü, ikinci yarının daha üçüncü haftasında yuhalanmaya başladı bile. Öyle ya! Santraforunda 1994 doğumlu Sinan Kurumuş'un olduğu bir takım nasıl şampiyon olabilirdi ki? O goller nasıl kaçardı Sinan? Almeida sakatlanınca Samet hoca keşke senin yerine Dentinho'yu koysaydı. En azından o gollerden birini atardı, falan filan. Tribünlerdeki insanlar arasında konuşulanlar bunlardı.

Oysa dikkatli gözler o Dentinho'nun hem Galatasaray maçında hem de bu maçta oyuna girdikten sonra kriz anlarında toptan nasıl saklandığını, sorumluluk almaktan nasıl kaçtığını; buna karşın genç Sinan'ın heyecanlanarak kaçırdığı basit gollere rağmen orta sahaya kadar top almaya gelerek nasıl sorumluluk aldığını ve yan hakemin tartışmalı bir kararla bayrak kaldırıp kestiği gol pozisyonundaki auta giden ve çevirilmesi neredeyse imkansız olan o topu kafasıyla nasıl Necip'in önüne indirdiğini de gördüler.

Aynı dikkatli gözler bir şeyi daha gördü ki, o da bu takımın Samet Aybaba'yla bir geleceği olmadığıydı. 

Kabul, ilk yarıda birçok oyuncunun oyununda gelişmeler görüldü. Oğuzhan, gelişti. Necip, gelişti. Ersan, sakatlığından sonra takıma yeniden dahil edildi. Olcay ve Holosko, kariyerlerinin zirvesini yaşıyorlar. Keza Fernandes ve Almeida da takıma dahil edildikten sonra performanslarında zirveyi gördüler. Zaten, Beşiktaş'ın Aybaba'yla bir geleceğinin olmadığını söylememde de teknik detayların o kadar bir önemi yok. 

Ha, Galatasaray maçında bir Almeida sakatlanınca takımda üç oyuncunun yerlerini değiştiren; yine Galatasaray maçında 45 dakika dayanabildiği Mehmet Akgün'ü bir hafta sonra yeniden oynatan; gol yemeye bu kadar teşne bir takım içerisinde ve savunma yapmayı bilmeyen savunmacılar arasında yalnızca kariyeriyle bile ben buradayım diyen Escude'yi Sivok'un cezalı olduğu bir haftada dahi ilk 11'de düşünmeyen ya da 3 hafta sakat olduğu söylenen Almeida'yı bir hafta içerisinde oynatmaya kalkıp maçın 16. dakikasında sakatlanıp 1.5 ay sahalardan uzak kalmasına sebep olan Aybaba, teknik olarak da yetersizdir tabii ki. 

Ama esas her maç sonrası futbolcuları hakkında basın önünde tartışan Aybaba'nın Beşiktaş'ta bir geleceği olamaz. Takımın en parlayan ismi Oğuzhan hakkında bile, "Takıldığı insanlara dikkat etmeli!" deyip yerine Fenerbahçe'nin müzmin sakatı Sezer'e bonservis ödetip almayı düşünen Aybaba'nın Beşiktaş'ta bir geleceği olamaz. Dün akşamki maçta yaptığı hatayla skor 2-2 olunca Ersan'ı oyundan alıp Escude'yi koyan ve Ersan'ı tribünlere yuhalatan Aybaba'nın Beşiktaş'ta hiçbir geleceği olamaz. 

Aybaba dün akşam birazcık "teknik direktör" olsaydı, maç 2-0 olduktan sonra Escude'yi oyuna alır, Toraman'ı ön liberoya çeker, Karabük'ün üstüne gelmesini bekler, ondan sonra da Dentinho'yu mu oyuna alacak, kimi alacaksa alırdı. Oyun 2-2 olduktan sonra, Ersan'ın yerine Escude'yi almanın anlamı nedir? (Gole ihtiyacın varken Fernandes'i oyundan almanın anlamı neyse oydu galiba.) Hadi diyelim ki taktik icabı bir değişiklikti. Aybaba dün akşam birazcık "hoca" olsaydı, o sahadan Ersan'ı almadığı takdirde kaybedeceğini bilse bile Ersan'ı oyunda tutar, maç sonunda da oyuncusuna sarılır, teselli eder, yaptığı hatası için de ikazını soyunma odasında yapardı. 

Çünkü aksi, oyuncusunu tribünlerin önüne atmak ve oyuncusunun üstüne basarak işin içinden sıyrılmak olurdu ki, dün akşam Aybaba işte tam da bunu yaptı. Ve muhtemelen Altınsay da sezon başı Eriksson'a bile razı olurken, Aybaba'nın bu karakterini bildiği için bunu söylüyordu. Ne yazık ki yine haklı çıktı. 

Peki bundan sonra ne olacak? Muhtemelen dün akşamki puan kaybından ve daha önemlisi Aybaba'yla oyuncular arasındaki iletişimin kopmaya, tribünlerin de bazı oyunculara tavır almaya başlamasından sonra, o ilk yarıdaki havanın yeniden yakalanması zor gözüküyor. Dolayısıyla bir süredir kurulan şampiyonluk hayallerinden sıyrılıp, geleceğin Beşiktaş'ını nasıl kurarız diye yeniden düşünmeye ve bu gelecekte Aybaba'nın yerini bir an evvel sorgulamaya  ihtiyaç var.

O yüzden iyisi mi Ali Ece, hayranı olduğu Niang'ın Beşiktaş'a gelişini rüyasında gördüğü gibi, yakın zamanda Altınsay'ın da kulübe geri döndüğünü, yanında da artık Rangnick mi olur Van Gaal mi olur, birisiyle Akaretler'deki kulüp binasına girdiğini de görsün. Biz de gerekirse yıllarca değil şampiyonluk, şampiyonluk hayali bile görmeyelim ama; kenarda dün akşam Ersan'a yapılanı yapan bir teknik direktör de görmeyelim. 

Hayır, oyuncusu maç sonu röportaj verirken teri üstünde soğumasın diye ceketini çıkarıp veren Lucescu'yu gördüğü için bu gözler, üzülüyor. Sahi, dün akşam Pascal Nouma'nın öptüğü eller uzatılsaydı Fernandes'e, o elleri hiç tutmaz mıydı?